17 Aralık 2009 Perşembe

animalist.

boş 
   
              say-


                              fa-


                  dir-


  en.

6 Aralık 2009 Pazar

english spoken cafe

isimli bir kafe açılmış süleymaniye'de. konak kafe'nin işletmecileri açmış. hani küçükken okuldan kaçıp, bilumum pizza çeşitlerinin ucuza satıldığı için gittiğimiz mekan. işte orası böyle bir yer açmış efendim. burda yalnızca 'ingilizce' konuşuluyormuş. hatta türkçe yasakmış. türkiye'de. çemberitaş'da. türkçe yasak. hoooop bu devrede bir kısım insan 'sömürülüyoruz!! dil gitti elden! asimile ediliyoruz!!' falan diye çığırmakta. lakin ben öyle düşünmemekteyim. tabii buna dilci olmamın katkısı da büyüktür. bu oluşum sadece bir işletme harikasıdır. düşün bi, okuduğun okullarda dil adına yapılan yegane şey gramer eğitimi. tabii edebiyat okumuyorsan. gramer, gramer, gramer. karşına bir turist çıkıpp bir şey sorduğunda 'hönk!' diye kalmak an meselesi. neyse ki benden geçti bunlar. ama benden sonrakiler de aynı durumu yaşayacak. (eminim). hocalara gidip 'hoca ya bi sipiking kılap kuralım. pıronaunsieyşınımız gelişsin.' dediğinde 'ne işin olur kızım sipikingle mikikingle. yds'de sipinkig mi soruyolarmış?! cık cık cık'. evet gel de bundan sonra dilden soğuma. sonuçta dil matematik değil ki harıl harıl yapı taşlarına çalışasın! 
velhasıl ben english spoken cafe'den bahsedecektim. iyi olmuş. dilci gençler toplansın oraya. sadece ingilizce konuşsunlar. önce bi çekingenlik falan olur da nasılsa kasıla kasıla düzelir durum. alışılır. üstelik her masada sözlük, ingilizce okuma kitapları olacakmış. belirli saatlerde de kurulan projeksiyondan filmler, klipler izletilecekmiş. hayırlısı bakalım. dil eğitimi açısından bir adımdır bu...

1 Aralık 2009 Salı

böyle bir şey oldu.
http://twitter.com/epigonion

9 Kasım 2009 Pazartesi

en baş

           rüyalar bazen iğrenç oluyor. gerçekten öyle. mesela hiç 'bilmek' istemediklerini zorla öğretiyor. görmek istemediklerini gösteriyor. hatırlamak istemediklerini hatırlatıyor. zorla acı çektirtiyor... morpheus bir şeyler yapmalı bu noktada.
          sonra bazı somutlaşmaya çalışan rüyalar oluveriyor. ama ben siliyorum. en azından tam da şuan  birini silmekteyim. hem de en başından... geç olmadan...
          olsun baştan yazarı(m)/(z).

31 Ekim 2009 Cumartesi

serçe kaldırımda ıslanınca...

güzel ki sopsoğuk havada akşamın bir vakti, ıpıslak saçlarla, bedenle otobüse binmek. çünkü fazlaca yorulduktan sonra yatağın tadı daha bir başka. daha bir sıcak. daha bir sevimli.  evet bir şeyin değerini bilmek için onsuzluğu tadmak lazım falan. tabii belirli aralıklarla tekrarlanmalı zira insan denilen varlık unutkan, doyumsuz...
velhasıl güzel olanlar var. mesela o yorgun ayaklarla tek başına ayakta duran amcaya yer vermek güzel. bir bakıma yorgunluk unutturucu. üstelik yer verilen amcanın karşı koltukta oturan süper sevimli amca ile arkadaş olması, muhabbet kurması daha bir güzel. bir de arkandan 'çok yorgun göründüğü halde yer verdi. muhabbet bitmedi...' demeleri en güzeli.
bitmedi. o yağmurun altında küçük kedisini montunun içine sokarak kendi ıslanan insan da güzel. kedinin ıslanmaması da.


not1: bilmem nerde dil çıkartmak ayıpmış. o yüzden toplum içinde dil çıkartmayınız.
not2: metrobüsün kapıları çok çabuk kapanıyormuş dikkat ediniz.
not3: insanlara dik dik bakmayınız.
not4: 8765678 tane test çözmeniz gerekliyse son güne bırakmayın.
not5: edith piaf'dan kurtulabilmek için bir önerisi olan varsa ne mutlu ona.

21 Ekim 2009 Çarşamba

Kimler geldi Kimler geçti...

Evelliyatında efendim bu yazı dizisi doğumumuzla başlar... 90 başı gençliği... tabii gidemedik göremedik hepsini lakin kalbimiz onlarla oldu. Aklımız onlarda kaldı zevkimiz oturunca... Bir zamanlar ‘acaba bizim buralara gelirler mi?’ dediğimiz bir çok müzisyen, grup gün geçmiyor ki ülkemize teşrif edip kalbimizi fethetsin... 60 lı ve 70li yıllarda çok ünlü sanatçıların ülkemizi ziyaret etmesi ender bir durumken 80’ler ile birlikte bu suskunluk bir son buldu. En nihayetinde 1992 yılında Bryan Adams’ın gelişiyle stad konserleriyle tanıştık(şükürler olsun). 2000 yılında H2000 festivali ile de açık hava konserleri dönemi başlamış oldu...

Evet efendim şöyle bir baktığımızda kimlerin geldiğine 1993 yılında Metallica’yı görüyoruz. ‘Nowhere else to roam, open air 1993 world tour’ kapsamında kendileri ülkemizi ziyaret ettiler. Ne de iyi ettiler. 25 haziran 1993 Cuma günü saat 19.00 da, İnönü Stadyumunu dolduran coşkun müzik dinleyicisi bize aslında rock kültürünün gayet yaygın olduğunu gösterdi. Ahmet San’ı bu organizasyonu yaptığı için selamlıyorum... Bir de belirtmek isterim ki biletler 200.000TL ile 300.000TL arasıymış. Eh iyi para...

Metallica’nın gelmesi büyük bir sevinç yaratmışken ardından alınan bir duyum (biraz taraflı olacak ama) insanı sevinç komasına sokacak cinsten. Dünya’nın görüp görebileceği en güzel seslerden biri; Klaus Meine... Evet, 1993’ün 17 eylül akşamı saat 17.00 sularında Scorpions, ‘Face the heat tour’93’ kapsamında İnönü Stadyumunda... Coca cola sponsorluğu ile. Coca cola’nın türk camiasına en büyük kıyağıdır bu bence. Kapalı tribün 300.000TL den satışa sunulmuş. Ve İnönü’den bir kadife ses geçmiş...

Ardından Guns n’ roses ve Pearl jam gelmişler. Bu işlerde de Ahmet San Bey’in parmağı var. Merak ediyorum da Ahmet San’ın çocuğu olmak nasıl bir duygudur... Süper zengin baba parasını dünyanın en iyi gruplarını Türkiye’ye getirmek için kullanıyor... Velhasıl yıl 98 Apocalyptica teşrif eder. Kemancı mekanına... öyle çok da büyük bir konser olmaz bu... 

Veee bu yaz da ülkemizi ziyaret eden ‘baba’ adamlar.. Deep Purple... Harbiye Cemil Topuzlu Açıkhava Tiyatrosu’nda bir efsane gerçeğe döner 98 yılının haziran ayında...

Efsaneler gün geçmez ki çoğalmasın. Rolling Stones (tekrar Ahmet San sağolsun) 19 eylül’de Ali Sami Yen’e çıkar ve tüm stadyumu doldurur.. onu da motörhead izler..

Vee -duygusal yaklaşarak söylüyorum ki- Scorpions konserinden sonra en çok gitmek istediğim konser olan Led Zeppelin & Jimmy Page & Robert Plant konseri... böyle bir üçlü bir araya gelirse ne olur düşünün artık. Vecd mi olursun, deli mi olursun bilinmez.. Efsane devam etsin diyoruz...

Gittikçe açık bir hal alıyor ülke. Bir kaç yıl evvel saçı uzun olduğundan, kulağına küpe taktığından dövülen, bıçaklanan gençlerin vakti şimdi. Müzik vakti. 1 kasım 1998 Slayer gelir. Fazla söze gerek yok. Büyüktür. Serttir... 

7 eylül 98 Iron Maiden(bir biz göremedik) ve 13 haziran Pazar 99 tekrar Metallica. Bu sefer Ali Sami yen. Zaten bence Ali Sami Yen, Metallica ve Galatasaray’ın ortak mekanı olmalı. Bir grup bir ortama ancak bu kadar yakışır...

Yandan flütçülere selam. Jethro Tull 13 temmuz 99 da geliverdi. Bence gayet iyi yaptı. Tekrar gelsin hatta. Yandan flüt, tek ayak falan seviyoruz kendilerini...

Atlamadan geçemeyeceğim Fin güzeli Stratovarious, HIM de geliverir bu arada. Sonra da büyük bir efsane daha. King Diamond... King... Fazla söze ne hacet?

Ardından gerçekten büyük bir istekle beklenen, bir çok 80 gencinin hayallerini süsleyen ‘Depeche Mode’. En heyecanlı konserlerden biri olduğunu tahmin ediyorum. Ve 80 gençlerinin kaçırmadığını... 

Tekrar büyük bir efsane... Megadeth. Buyrun 80ler buyrun. 2 nesil gitti bu konsere babalar ve oğullar.. 2001’n 3 temmuz günü.

Gitar ustası Malmsteen’da ziyaret etti ülkemizi. Murat Net’ler, Cem Köksal’lar boşuna yok ülkemde değil mi?!

Özel bir konser daha. Nick Cave. Hani bir ‘where the wild roses grow’ okusa kendimden geçerdim heralde.

2005 e atladığımızda Manowar’ı görüyoruz. Yaşımdan ötürü bir türlü gitmek için izin alamadığım ardından televizyondan takip ettiğim, Cem Köksal ve Manowar üyeleri arasında çeşitli tartışmaların olduğu konser... Demons, Dragons and Warriors. Kendileri gerçek birer babadır. Ve yedikule zindanlarında ki bu konser ben afişlerine bakarak evde uyuyakalırken geçip gitti...

2005in ortaları doğumgünü hediyem olur diye beklediğim lakin gene ters çevrildiğim konser. Sepultura. Çok gariptir biletler 20 ytl idi. Kiminin iğrenç bulduğu bu gruba karşı süper bir sempati besliyordum o zamanlar. Absürd böğürmeleri ve kendilerini mağara adamı olarak adlandırmama rağmen sevilesidir...

Ve tekrar bir baba gelir 20 haziran Salı 2006’da... Roger Waters... The dark side of the moon söylemeye gelir bize. ‘Ah bi amused to death söylesen de erisek’ dedirtir ve gider...

2007 yılının en büyük bombası ise şüphesiz ‘Tool’ oldu. Her ne kadar kötü bir ses sistemine sahip olan Kuruçeşme Arena’da gerçekleşmiş olsa da konser bir çok insanın rüyalarını süsledi. Şafak günü sayarcasına günleri, saatleri saydırdı gelene dek. Ve çoğuna en büyük keyif konseri en önden tek başına izlemek oldu...

Son olarak 22 Ağustos 2008 tarihinde, tam 15 yıl sonra bir çocukluk rüyası gerçekleşir. Yıllar boyu her gece görülen rüya gerçeğe dönüşür. Öyle ki berbat bir günde gelen, beklenmeyen bir mesaj ben ve eminim bir çok insanın hayatını değiştirir. Scorpions İstanbul’a geliyordur... ‘Scorpions’u canlı görmeden ölmem!’ diyen ben en büyük sevinci yaşamaktayımdır. Heyecandan günlerce uyunmaz. Her saniye sayılır. Ve gün gelir. Ve saat gelir. Ve tam 3 nesil gelir konser alanına. Ve birden Klaus Meine. Melek yüz, kadife ses. Alman altını. – bu adam ailemin bir ferdi olsa ne olurdu ki?-. Bundan sonrki duyguları açıklamakta kelimeler kifayesiz kalacağı için bu şekilde bitirmek istiyorum.

Allah Scorpions’ı başımızdan eksik etmesin.

Amin.

19 Ekim 2009 Pazartesi

paranoid

lanet şarkılardan başka bir şey ilham kaynağım olamaz mı artık?
bir zahmet olsun çünkü şarkı isimlerinden başlık yapmaktan, notalarından duygu inşaa etmekten sıkılmış durumdayım. hani o diyor ya "duygularım olsa şuan ağlayabilirdim." işte tam da onu yaşıyorum. en azından onu yaşadığımı anlayabilme kapasitesine sahibim değil mi?
 şimdi bu yazının sonuna yaklaşırken novembers doom'un mükemmel bir grup olduğunu ve twilight innocence şarkısının aşmış olduğunu yazmak istiyorum. evet bir değişim yok... hi-hat aç kapa falan. ayrıca novembers doom'u paylaştığım bir insan var. evet. tabii. paylaşım falan hoş. sonuçta birlikte dinleyebiliyoruz şarkıları.
entry'nin sonuna doğru sapıtmak.
manyak gibi nota çıkarmak. laan kolay değil davul tabı okumak. gitar falan basit mesela. nota okumak zaten basit. ama tab bilmeyince 8765678 kere şarkıyı dinleyip nota çıkarmak lazım. sonuçta çıkardım birkaç tane. onlar yeterli.
güzelce kolum ağrımakta.
son olarak sen soğuktan tirtir titrediğimi görüp, bağdaş kurmuş vaziyette denize bakarken beni çeken insan, eğer bunu okuyorsan üç kere tıklamanı istiyorum...
ve evet şarkılı başlık koyuyorum.

3 Ekim 2009 Cumartesi

(bkz: kendini kedi zanneden insan)

diye bir başlık var sözlükte. sanki benim için açmışlar allahım. 

hani bir zamanlar daha küçüktüm. minicik, ufacık. daha yeni scorpions dinlemeye başlamıştım hani... sahi ilk wind of change dinledim ben. daha okula başlamamıştım o zamanlar. wind of change 1990 da çıktı. tahmin et işte. öyle bir şeyler.. çok küçüktüm, bilgisayarımız vardı işte onun içine girmiş bi şekilde öyle tanışmıştık...  
tabii benim anlatacağım şey çok farklı. scorpions ile alakası yok. velhasıl, işte ben öyle böyle küçükken kendimi kedi zannediyordum.( gerçi bazen hâlâ öyle zannediyorum da...) mesela masada oturmazdım. mutlaka masanın altında otururdum. yerde... babam da bana yemek verirdi. kase içinde çorbayı falan kedi gibi içerdim. ne zaman normal insanlar gibi sandalyede oturmaya başladım bilmiyorum ama çok seviyordum ben o durumu. sonraaaaa, hep karanlık yerlerde dururdum ve kolumu yalardım. böyle söyleyince iğrenç geliyor sanki. ama napıyım gerçek bu...
bir keresinde de -hiç unutmuyorum- küçük bir kedinin arkasından koşmuş ve traktörün altına girmiştim. duran traktör tabii. sonra hayvanı kuyruğundan yakalayıp çekmiştim. babannemde arkamdan bağırıyordu "gitti kızım gittiii" diye. yok gitmedim bir yere. iyiyim ben. kedi gitti. kim bilir nasıl acıdı kuyrucuğu bebeğin...
evet ben kendimi kedi sanıyor(d)um...

16 Eylül 2009 Çarşamba

türkkızılayı

maden sodasını fondip içmece.
bok?!
1868

6 Eylül 2009 Pazar

slave to grind

skid row dinlerken - neden birden - " yeah, fuckin' good!" diye çığlık atasım geliveriyor. 
e atıyorum.
o vakit tüm eşref i mahlukat Livin' on a Chain Gang dinlemeye davetli.
her gün skid row gelsin. her gün konserine gidelim.

12 Temmuz 2009 Pazar

it s my life


dans. dans güzel şey. tekila da öyle. bir de brutal vokal güzel. ama sesin gitmesi kötü. yazmamak kötü. daha kötüsü ise yazamamak. boş. kelimesiz insanlarla kelime kaybetmek var. sesli insanlarla ses kazanmak. jon bon jovi. ziller de güzel aslında. çat çat. tabii favorim tef. her zaman öyle. yaşasın rock n roll ve tef. bol fotoğraf. el öpüşü, göz kaçamağı.

 

6 Haziran 2009 Cumartesi

suicide by star.

ben gidiyorum. yıldız olmaya gidiyorum. öğlen uyanmaya, sabahları tüm ısrarlara rağmen denize gitmemeye gidiyorum. 
yağmur yağdığı vakit, kimse sahilde yokken yahut gece saat 2.00 den sonra bomboş sahilde denize girmeye gidiyorum.
tef çalmaya, dans etmeye, kitap okumaya, kayalarda votka şişesi kırmaya gidiyorum.
arada bir denizin derinliklerine açılmaya, diplere baktığım zaman babamın küçükken beni korkuttuğu 'fenerli korsan ruhu' nu görmeye fakat bu sefer korkmamaya gidiyorum.
yıllardır bildiğim 'can'ları tekrar bilmeye, terasta arap tütünü yapmaya gidiyorum. o arap tütününün ardından da türk kahvesi yapmaya gidiyorum. ama fal baktırmamaya.
mis müzikler dinlemeye gidiyorum. yeni notalar öğrenmeye ve sünnet düğünlerinde davul çalmaya...
radyoda süper salak şarkılar çalmaya gidiyorum. olsun yine de bir başlangıçtır...
ben, şimdi 5 aylık uzaklığımı 3 ay daha uzatmaya gidiyorum. ardından -belki- sonsuzlaştırmaya.
gece yattığım yatağımdan yıldızları görebildiğim için kahvemi tekrar yudumluyorum.
kargaşayı özlemeye, yumuşak 'vana'mı sevmeye, deniz kabuğu toplamaya gidiyorum.
döndüğümde her şeyi ama her şeyi silmek için gidiyorum. dönebilmek için, bu sefer ağlamayı başarabilmek için. silmek için, tekrar tekrar ve tekrar.
denizde boğulmak için, akşamları süslenmek için, karanlık korkusu kazanmak için,kalp kırmak için, yeni nota keşfedebilmek için..

ne bırakıyorum peki? 
kime ne bırakıyorum?

şimdiye dek benden daha çok nefes almış, daha çok koku duymuş ve o kokuları anlatabilmek için çabalayan, tek olana, secret missille'ım, fear of the dark'ım, darkness darkness'ım, lady'im, bird'üm, bağlaç dedektör'üm için;
Aeon Spoke – The Fisher Tale
golden hair, ıhlamur kokulu honeyfish'im için;
the cinematic orchestra – breathe
bir de akrep olduğu için, çocuk sevdiği için
scorpions - white dove

evet tüm bırakabildiğim bu kadar. 
gidiyorum.
son.

31 Mayıs 2009 Pazar

bal arısı

güvenle uyuyabildiğim kolları, okşadığım altın saçları özledim. o kokuyu içime çekmeyi, moda sahilinde uzanmayı, hayaller kurmayı, en çok mesajı almayı, her an düşünmeyi, düşünülmeyi, mutluluktan yazı yazamamayı, ders çalışmamayı, üzülmeyi, bağırmayı, vurmayı özledim. sigur ros'u, coelho'yu, kıskançlığı bile özledim. en çok ta çocukça tavırları. en çocukça, sıkılmadan, kasılmadan. bir konu hakkında konuşma zorunluluğumuz olmayan zamanları özledim. ben kıskanmayı çok özledim. ilk defa yalan söylediğim, ilk göz yaşımı döktüğüm günü. ilk öptüğüm...

beni sabah görmeye gelmiyecek misin?
ya da gece yarısı?
ışığa dönüştüğünü görmek istiyorum.

geceleri tüm ışıkları açıyorum
umutsuz, yardımsız duygular...

nerde yatıyorsun?
nerede yatırılıyorsun?
döneceğim.

bekle,
benimle kal bu sabah
bal arısı...

30 Mayıs 2009 Cumartesi

çoğu müzisyen çöptür.

 bu günümüzde her 20 dakikada bir çıkarılan albümlere karşı olan insanın yakarışıdır. parayı tuvalet kağıdı gibi tüketen insanoğlunun, kendinden küçük gördüğü kişilerin gerek paralarını gerekse bu yolla duygularını sömürmek amacıyla müziği küçültmelerine karşıdır.

nasıl ki şiir, birçok insanın gözünde kadın programlarında arkasında iki keman gıygıyıyla, şişman bir kadın tarafından okunan ağlak şeylere dönüştüyse, müziğinde bu yolda eridiğini gören insanların yakarışıdır bu.

müziğin ruhuna bok katan bir de kendini sanatçı(?) diye tanıtan ve yaptıklarının şarkı olduğunu söyleyen, günübirlik müziklerin çöp müzisyenlerin artık çöpe atılmasını isteyenlerin beyin tırmığıdır çoğu müzisyenin çöp olduğu gerçeği.

haykırışım bir manken bir müzisyen olanlara değil. ya da magazin programlarından inmeyen yeniyetme şarkıcılara da değil. haykırışım koca bir şair dâhi 'zifiri karanlıkta gelse, şiirin hasını ayak sesinden tanırım. ne zaman bir köy türküsü duysam. şairliğimden utanırım.' diyebilirken hâlâ ortalıkta sanatçıyım diye geçinen ve onların müziklerini dinleyen körelmiş ruhlaradır.

evet. bağırıyorum. çoğu müzisyen çöptür.
velhasıl,
yerleri çöplüktür...

26 Mayıs 2009 Salı

tedies.

çok özlermiş beni. yemeden içmeden kesilmiş miniğim. tüy yumağım benim. yatağın altına girermiş, bütün gün orda dururmuş. o sıcak havada yorganla örtermiş üstünü kimse onu görmesin diye. kulakları sıcacık olurmuş orda. kapı çalınca bile heyecan yapmazmış artık. çünkü bilirmiş ben değilim gelen... kanatlılar gelirmiş, dokunmazmış onlara bile.

'dARkneSs dARkneSs  bE my piLlow' diye ağlar dururmuş hep.

11 Mayıs 2009 Pazartesi

biz bir başkasıdır bu gece.
ilahlaşan  ruhun saçma yansıması...
morpheus'a eşlik eden  ofelya yızdır.
ayaklarını göğsüne çekip gözlerini ovuşturan küçük bir çocuk.
ağlamaktan değil gülmekten muzdarîb belli..

10 Mayıs 2009 Pazar

lamı cimi yok.!

yeni yaş, yeni fanzin, yeni şablon, yeni insanlar. rastalı çocuklar ve rimbaud okuyan kızlar. yeni vokaller hatta. biraz tütün biraz maya. işte yeni yaşın getirdikleri. bir sene daha yaşlanmanın etkileri. iyiki doğurulmuşum ben. severim toprağımı yürekten. üstte mânâ altta madde yürekte kâmil olmaya bir adım daha. artık daha çok el tutma vaktidir ey ben. velhasıl zaman koşmak için vardır. papatyalar açmaktadır. kimi insanın değeri daha çok anlaşılmaktadır.

1 Mayıs 2009 Cuma

'artık yaşayamayacağım buna benzer akşamları düşünüyorum...'

18 Nisan 2009 Cumartesi

pörsük imlası ile,
ilgisiz tözlerin
karıştırdığı o tıngırtı
asırlardır saklanan sırmış meğersem;
pikap , ikap , kap , apak

14 Nisan 2009 Salı

sonunda zincirlenen bir melodi


ah evet ben de gönüllüydüm... denizci olmayı düşünüyordum hatta... bunu düşünürken 'unchained melody' dinliyordum... plak sayıp gramofon bozuyordum... yetmiyor chat noir ' i seviyordum.. okşuyordum, öpüyordum , ısırıyordum... sonra küçük çockuların oyuncak bebeklerine doktorluk yapıyordum...  adımı ise 'rockwell' koyuyordum... devasa boyutlardaki gemi ise son durağım oluyordu... oldukça karanlık ama bir o kadar şatafatlı idi... sonra melodimi zincirliyorlardı.. böyle bitiyordu...uhh huuu... heyhat!! nasıl da üzen bir hikaye bu.. 

lonely rivers flow to the sea
to the open arms of the sea
lonely rivers sigh 'wait for me'

10 Nisan 2009 Cuma

The Shootings of May


mayıs..

mayıs olduğunu keşefettiğim zaman. savaş konusu falan işlediğim yok. . . nasılsa parlak olan kayacaktır yine. sadece birkaç sorun var.. neden mayıs?? hemde her mayıs. yada ne bileyim onun gibi bir şey..tamam açtım kollarımı, canım da acıyor, şikayetçi de değilim. ama yine de güzel olan bir  şeylerin var olduğunu bilmek canımı sıkıyor... ah goya'nın hayaleti olmak... ah goya ile kör olmak ,sağır olmak, renk bulmak... uçmayı öğrenmek goya ile.. mayısları kurşunlamak, kağıtları yırtmak, sorumsuzluğu en ince damarına kadar üstlenmek... mayıs bitince belki... iyi de mayıs geldimi ki?

9 Nisan 2009 Perşembe

paul klee anısına....


herkes dışa vursa ne yazar ki?? sonuçta Lu parkı nda oturup resim yapmak başkadır. iç açar. gönül açar. belki gerçeğin üstünde yürütür. küplerin içinden bile geçirebilir bir gün.fakat bilinçaltı kırılıp her şey ortaya çıkınca asıl sorun burada başlar işte. yada burada biter. kim bilebilir??

2 Nisan 2009 Perşembe

epigonion eşliğinde yazmayı dinlemek

yada  philadelphia - amman...

kedinin 'miyav' ı vardı içinde muvakkitlerin bulunduğu küçük bir haneden içeri atlamak isterken. durdurdu onu cigergûşe yüzüden bir fettan.dedi sonra 'drum drum' koca kedi. bilmezdi hiç duymağı.

30 Mart 2009 Pazartesi

a celebration for the death of man

7 safyalık veronika üzeri çeviri yaptıktan sonra yazıya ihtiyaç duymak çok saçma aslında. asıl saçma olan insanın hayatına üç dilek sokma girişimi olmalı. yok öyle bir şey. kimsenin üç dileği falan yok. o içteki ses susmadıkça - ki kendisi ömür boyu susmayacak- bir yakarış olacaktır. bu da muhtemelen yüzlerce dilek eder. yüzlerce dua ve yüzlerce yakarış eder. aslında gerçekten saçmalıktır insanın hayatına 'üç' 'dilek' 'hakkı' kavramlarını aynı aynı anda sokmaya çalışmak. o yüzden şuan bu kavramların hepsini çıkarıyorum ve bir çırpıda siliyorum...

bunun dışında , damla sakızlı türk kahvesi oldukça güzel bir şey. ama köpüğünü iyi ayarlamak lazım. ferit edgü ise mükemmel bir adam. susam çemkirgen bir kedi. mitsi ise çekingen olmuş sanki. günlük olsa gerek.

bir kötü fikrim daha var... robotlar tarafından yönetilmeyi düşünmek iğrenç bir duygu. evet , belki gerçek bir dünya değil bu ama tamamen sanal olmamalı çünkü mezarlığın karşısında bir evde oturma fikri ürpertir insanı... mezarlığın içinde oturma fikri ise gülümsetir. öyle mi??

13 Mart 2009 Cuma

şafak vakti...

agrabah' tan kalkıp gelmiş garibim o kadar yol tepip.. halbuki ne kadar yakışırdı şimdi sofia limanına elinde tirakıyla birlikte. derya kenarına ne kadar yakışırdı kucağında uyuyan panait'i severken...

10 Mart 2009 Salı

şartel attı...

çünkü fight club fikri tamamen aziz nesin'den çalınmıştır... bilen bilir bir hikaye vardır 'nazik alet' adlı kitabında. adı 'bar fedaisi' olarak bilinir. orda tanışırız   tyler durden ile... öyle işte... neden başkası benim fikrimi çalıp mükemmel şeyler elde ediyor? yada ben neden o kadar mükemmel olamıyorum. daha doğrusu o kadar 'tanınmıyorum'.

9 Mart 2009 Pazartesi

Efendimiz.

'bulutlar ağlamazsa yeşillikler güler mi?'

5 Mart 2009 Perşembe

pardon ama...

ironik olacak ama kedi vahşiliği sayesinde evcilleşmiştir.
evet evet vahşiliği sayesinde.
o  ki tarlama zarar veren mini fareyi öldürdüğü için dostum olmuştur. 

4 Mart 2009 Çarşamba

topuk

ayakkabı giyeriz. o gün yağmur yağmıştır ve geçtiğimiz kuru yerlerde ayakkabımızın izi kalır. peki bir kadın yağmur yağarken topuklu ayakkabıyla dışarı çıkar ve ardından kuru bir ortamda yürürse?? bir büyük iz bir de arkasında minik bir yuvarlak oluşur...bendeniz in son ve pek kıymetli tespitidir.

sonunda

müteşair olmuşlar fakat haberimiz yokmuş...

Heyhat!!

6 Şubat 2009 Cuma

when shadows grow longer

Işığı gördüm. Bugün ışığı gördüm. Bu akşam gördüm. Uzanıp yatmış kavak ağacını gördüm. Mısırın koçanlarını farkettim. Ne kadar eski olduğunu da gördüm. Dokunamadım ama görmek yeterliydi. En azından artık ışığın kaybolmadığını biliyorum. Ve bu benim ruhumu inanılmaz rahatlattı. Neden bu kadar sevindiğime emin olamamakla birlikte mutluyum işte!!. Bu mutluluğun sebebini de irdeleyecek değilim. Fakat evet işte buuu! çok güzel oldu. Tünelin ışığı sönmemeli...

31 Ocak 2009 Cumartesi

... and the great cold death of the earth

O kahve içip kitabını okumak için bir kafeye gitmeyi tercih etmişti bu sabah. Ardından arkadaşı gelecekti yanına. Kahvesini aldı. Deliliğe övgüler yağdıran kitabını gülücüklerle okudu. Sonra arkadaşı geldi, bir kahve daha söyledi kendine. Özlemişlerdi belli ki birbirlerini arkadaşıyla. Güzel bir sohbete daldılar. O ve arkadaşı gülerken gülerken onun telefonu çalmaya başladı. Mutlullukla açtı o. ‘ efendim?’ gülücüğü aniden soldu. Arkadaşı da tedirgin olmaya başlıyordu. O donmuş gibiydi. Arkadaşının seslenmesine hiçbir yanıt vermedi. Telefon yerdeydi. Paramparçaydı... o ise hiç haraket etmeden duruyordu. Sonra sessizce kalktı ve bir o kadar sessiz adımlarla fakat hızlıca terketti bulunduğu mekanı. Koşmaya başladı. Ne yağan yağmuru hissediyor ne de çakan şimşeği duyuyordu. İnsanları sanki hiçbirisi yokmuş gibi delip geçiyordu koştuğu caddede... binaya ulaştı. Koşarak yukarı çıktı. Herkes ağlıyordu kapıda. ‘ en son senin adını söyledi.’ Dediler ona. İçeri girdi. Diğeri şuanda yaşıyordu. O kendini yatağa attı. Diğerine sarıldı. Delicesine titriyordu... ama soğuktan değildi bu titreme... saçını okşadı diğeri nin. yumuşacık saçlarını... küçücük bir soğukluk hissetti bedeninde. Yanına baktı. Koca makinalar diğerinin gittiğini gösteriyordu. O, diğerine son kez sarıldığını biliyordu. Dudaklarıyla diğerinin dudaklarını ıslattı. Birden diğeri gözlerini sonuna kadar açtı. O irkildi , arkaya doğru zıpladı. Öteki ise gülümsedi.... kapı açıldı bir sürü insan içeri doluştu. O donmuş kalmıştı. Öteki ise gözlerini kapamış , ifadesiz bir şekilde soğumaya başlamıştı...


Artık o’nun hayatında öteki; yani küçük vaşağı yoktu. Hiçbir zaman da olmayacaktı....

29 Ocak 2009 Perşembe

doktor civanım

'''' hay allah farketti ona baktığımı somurtkan şey. aslında farketmese garip olurdu. tam 23 dakikadır gözlerimi üzerinde gediriyorum. tam karşımdaki masada oturuyor. karısı mı o karşısında ki? evet evet karısı olmalı. dirseğini masaya elini ise başına koymuş olarak adamı izliyor kadın. ben ise elimde bir dergi adamı izliyorum. dergiye baktığım yok tabii. ah ah al işte yine yakalandım ona bakarken. ay birden gülesim geldi. başımı hemen dergiye eğdim. gülüyorum. deli miyim ne? durduk yere ne olaki şimdi?? neyse. aa doktor ona seslendi. karısı da onu kolundan tutup doktorun odasına götürdü. ama doktorun ne diye seslendiğini duyamadım. bişey bey dedi. ne bey dedi o ya?  doktor şey bey i azarladı. '' ne zamandır gelmiyorsun. bilmiyormusun ki düzenli olarak gelip bana gözükmelisin!!'' şey beyin sesi çok kısıktı duyamadım. ama şimdi odaya kulak misafiri olmaya başladım.hıııı katarakt ameliyatı olmuş şey bey.duyamıyorum. ne oluyor ya. çaaaaaat. kapı kapandı... neyse bekleyelim madem bakalım ne varmış dergide. fikret mualla. hımmmm. ferit edgü amca da bişeyler yazmış. bu fikret ne çok seviyormuş barları baksana hep bar resimleri yapıyor. ortam çocuğu. ( şaka bir yana severim fikret mualla) offff hadi ama 13 dakika oldu haala çıkmadılar odadan. hah 14. dakikadayız çıktılar sonunda. önce karısı yanımdan geçti , sonra şey bey sonra da doktor... bi de bir kadın dolanıyor peşlerinde. sanırım şey beyin kızı bu. ay neree gitti şimdi bunlar?? yine dergiye dönelim bakalım. durduk yere sayfaları çeviriyorum bende bak yine gülesim geldi. insan bir bakar yahu. neyse. osmanlı lüleleri. yahu bu bizim pipo değil mi?? ama çok daha güzelmiş be. ay ay bende istiyorum bundan. nerde bulucam ki saçmalıyorum şu anda.  8 dakika oldu. nerede bu şe bey. eşyaları haala karşımdaki masada. hah geliyor. geçti yine yanımdan. kulağında duyma cihaazı var bak. sağ kulağında.nefes nefese... yazık yorulmuş.. ne yaptılar ki acaba?? ' bir çay verir misiniz?' dedi. bende hemen ondan sonra ' sade bir kahve alabilir miyim?' dedim. şey bey son derece somurtkan haala. bir gülse ya... karısı geldi sonra. dediki ' 45 dakika beklemeliymişiz sonuçları almak için' anlamadı şey bey bir kez daha tekrarlattı karısına. ' 45 dakika beklemeliymişiz sonuçları almak için.' çayı geldi.  küçücük bardağa 2 tane şeker attı. e yok artık. bu yaşta çok o be şey amca. neyse dergi de ne var acaba bakalım birkez daha. şeker ahmet paşa.... şeker şeker şekerr ahmet paşa..  100. 000 ytl lik bir tablo. evet evet çok güzel. onu da picasso almış zaten. neyse yeter. hahahayyt yakaladım işte. o bana bakıyor yakaladımmmm. yaşasın. ama bi dakika yahu. ben çok heyecanlanmıştım. ama o?? kafasını çevirdi. hemde aynı somurtkanlıkla...off neyse. aa beni çağırıyorlar. 'gidiyorum ben. bekleyemedim seni 45 dakika. üzgünüm.' dedim içimden.'''' sonra ayağa kalktım. yeşil montumu elime aldım ve giyerken ona baktım. o da bana baktı birden ve istemsiz olarak sırıttım. hemde edepsiz bir sırıtma. utandım kendimden..

 '''' parentezindeki yazılar notlarımdan direkt olarak geçirdim. üzerinde hiç oynamadan. olayı yaşadığım anda yazıklarım. not aldıklarım.

şey bey : beyaz saçlı , mavi gözlü tahminen 60 -65  yaşlarında bir amca. ama hani şu tam istanbul beyefendisi dediğimiz tiplerden. bir pantolon vardı altında.... ah o nasıl bir ütüdür. tiril tiril. mis gibi de bir kazak. bir de ceket tabii. kendisine en son eko çektiklerini duydum... bidaha karşılaşırmıyız bilmiyorum. umuyorum....

dergi: adı , yayın tarihi hakkında bir fikrim yok. gözlerimi kaçırdığımda oyalandığım şey...

27 Ocak 2009 Salı

skiofobik tavırlarla yaşıyor.

24 Ocak 2009 Cumartesi

bir.

uyusan... rüya görsen... rüyanda biriyle tanışsan yüzü olmayan yada gözükmeyen... ve uyansan o kişi yanında olsa... emin olmak için dokunsan... evet işte gerçekten o olsa yanında yatan... yüzsüz adam... işte o zaman ne yapardın? ne cevap verirdin? ne derdin onlara? napıyorsun yüzsüz adamla?

17 Ocak 2009 Cumartesi

dance with the pretty moon

keşke bu gece orada olabilsem. şuanda.koca kırmızı lekenin üzerinde. güneşi izlesem. dünyaya bakıp alay etsem kuklalarla... tek tek zıplasam o yıldızdan bu yıldıza. jüpiter de mola verip ayaklarımı sallandırsam. şarkı söylesem güneşin etrafında. onunla uyusam. tek başıma olsam.. rüyalarımda bunu işitebilirim. belki süpriz olur bana. yumuşak yastığa sarılırken... o yıldızdan diğerine... zıplayarak.. şarkı söylerek... milyonlarca yıl yada bir an yada ... herneyse...

16 Ocak 2009 Cuma

son zamanlar...


-ayna sana bakıyor
-hey kim konuştu? kim var orda?
-sen.
-ben? sen kimsin?
- sen
-göz kırpan?
-ben.
-ben.
-evet ben.


mini alchemist.  .   .    .)

bıkmış , sıkılmış ,usanmış, film senaryosu yazıyor , beatles' da oturuyor , puro içiyor , belki yağmur yağıyor , anlamlı bakıyor , bazen çekilmiyor. ama yinede seviliyor. çünkü seviyor. çünkü o da kendini arıyor. Bart --


ağlamaktan gözleri şişmiş , memesini emdiği halde bir türlü susturulamayan bebekleri susturmak için kesin yöntem. 


sabah olunca sarılmak gibi. sevip, mırıldanmak gibi bişey...


evet evet çikolası benim geri kalanı onun. paylaşımcı ruh.)

14 Ocak 2009 Çarşamba

flower.

'what if you slept? and what if , in your sleep,you dreamed? and what if,in your dream ,you went to heaven and there plucked a strange and beautiful flower? and what if , when you awoke, you had the flower in your hand? ah , what then?' (*)





(*)Samuel Taylor Coleridge

13 Ocak 2009 Salı


ev kedişi olmak,şımarık olmak,dünya tatlısı olmak , kardeş olmak
çok gıcık olmak, çok mama yemek , tuvalete girip dışına çiş yapmak.
karanlıkta kırmızı lens takmak , elektrik süpürgesinden korkmak,
ablanın kolye, bilekliğine salyalı bir şekilde saldırmak, takla atamamak,
zeytin,çekirdek yemek,kargalarla kavga etmek,kedilerden korkmak
kitaplara diş izi ile ex-libris yapmak( son derece iyi başarmak )
asalet,asalet,asalet, üç renk. Mitsi olmak.


sevmek , sevdirmek...


ve tanrıça elini uzattı. ve Bastet patilerini sevgiye açtı.

                                                   


...

12 Ocak 2009 Pazartesi

şey

- lütfen, lütfen rüyaların yapıldığı maddeden biraz bana da verir misiniz?

-hayır.

-ama neden? yalvarıyorum size. ne suç işledim hem ben? lütfen.

-hayır.

-söz ilk rüyama sizi de alıcam. lütfen ihtiyacım var. 

-bana mı?

-rüyaların yapıldığı maddeye.

-benim o.

-sana ihtiyacım var...

10 Ocak 2009 Cumartesi

in another life when we are cats

bu kadar etkilenmeye ne gerek vardı şimdi? yoktu dimi. evet tabiiki yoktu.. olmamalıydı..


-Lauren, wait. Hey, wait. Lauren.
*Oh my god.
-Get in the car.
*No!
-Lauren, don’t walk- Hey! I really did try to kill myself! Just before I faked it.
*Wow. Shawn it’s over.
-No it’s not!
*Yes it is. I’m in love with somebody else.
-Who?
*My old boyfriend Victor, and that’s none of your fuckin’ business, actually!
- What? Fuckin’ Victor?
*Yes.
- What the fuck are you write me letters?
*Wow. Deal with it Shawn. It’s over.
-Lauren, I wanna know you.
*What does that mean? Know me. Know me. Nobody knows anyone else, ever!

7 Ocak 2009 Çarşamba

kıvılcımlar.


dün akşam kadıköyden eve dönmek için dolmuşa bindiğimde yine o garip heyecan bastırdı. o garip heyecan; köprüaltından geçerken gördüğüm ateş kuşkusuz. orda bi insan var. o insan orada yaşıyor. tahminimce yaşlı uzun,ak-gri saçlı bir amca. ama bu sadece tahminim çünkü onu hiç görmedim. sadece köprünün altından geçtiğim 10 saniyelik sürede bir silüet ve ısınmak için yakılmış ateşi görüyorum ve bu nedense beni çok heycanlandırıyor. onu düşünmek... yaşantısını düşünmek... neden orda olduğunu düşünmek... işinde iflas mı etti? sadece bohem bir yaşam mı sürmek istiyor? bir bilge mi? karısı tarafından terkedilmiş sefil biri mi? yoksa tanrı mı?.. cevabını öğrenemiyecek olsamda merak ediyorum. ve evet dün, dün yine o heyecanla camdan bakarken ışığı göremedim... her akşam ısınmak için yaktığı ateşi ışığı yoktu. acaba neden? umarım kötü bişeyi yoktur. çünkü ona ve onu düşünmeye öylesine alıştım ki... sanki hayatımın bir parçası. yine sırf sana bakmak için gelicem. 10 saniyelik zamanda seni görücem.. ve umarım yanan ateşini... iyi ol sen emi. söz sana bakmaya gelicem. benim ruhumu hissettiğini biliyorum. ne kadar değerli olduğunu biliyorum... dikkat et kendine...

2 Ocak 2009 Cuma

brutal rain drops.

gece karanlık bir gece hepsi gibi. yatağına gitti , içine girdi. gözlerini kapadı. hiç bir gariplik yoktu. uyudu. gözleri açık uyudu. yada kapalı ne önemi vardı ki?... kalktı birden koştu. cama koştu . cama koştu ve üstüne çıktı. birden ev yokoldu. küçücük bir ışık yoktu etrafta. her şey karardı. yavaşça yıldızlar oluşmaya başladı. sarı, mavi, pembe, kırmızı, kıpkırmızı, bembeyaz, çok lezzetli. kollarını açtı olabildiğince. öne attı kendini . koskoca bir rüzgar çıktı. onun eylemsizliği öne doğruydu ama rüzgar savaşını açmıştı bikere. parmaklarıın ucunda şuanda... yıldızlar hızlıca kayıp geçiyordu. vebirden heryer beyaz oldu.şimdi küçük siyah tanecikler vardı ve bir ses. kulaklarını patlatabilcek bir ses. çok çok yüksek çok kalın bir ses. bu rüzgar o sesin nefesiydi evet. biliyordu. biliyordum.... bağırdıkça bağırdı. ne demişti? önemi yok o bağırdı diğeri korktu. kulaklarını kapadı, gözlerini kapadı, geri çekildi. ilk defa rüzgara teslim etti kendini... teslim oldu... kanatları kapandı.ışıklar gitti. karanlık geldi. ev birden ortaya çıktı. sokak lambalarının ışıkları. pencere. içeri girdi. yürüdü. yatağına girdi. uyudu.

1 Ocak 2009 Perşembe

Son dakika

hani olur ya son dakikada otobüsü , vapuru vs. bişeyi kaçırıp yakınırsın ' ay iki saniye hızlı olamadım' diyerek. işte tam aynısı oldu sanıyordum bugün. hızlıca gittim vapuru kaçırmamak için tam akbilimi basıcağım anda kapılar kapandı. kafamı kaldırdım şöyle bi baktım. 20 dakika az zaman değil tabii bir sonraki vapuru beklemek için.. neyse efendim kapıyı kapatan amca suratıma baktı gülümsedi eliyle gel işareti yaptı. birden sevindim tabii. koştum hızlı hızlı. kapıyı açtı. ben ' çok teşekkür ederim' dedim gülümseyerek. o da ' kıyamadım sana ' dedi. çok mutlu oldum. vapura yetiştiğimden değil, o tatlı amcanın kendinden tatlı laflarından dolayı.  sevindim .))