17 Aralık 2009 Perşembe
6 Aralık 2009 Pazar
english spoken cafe
velhasıl ben english spoken cafe'den bahsedecektim. iyi olmuş. dilci gençler toplansın oraya. sadece ingilizce konuşsunlar. önce bi çekingenlik falan olur da nasılsa kasıla kasıla düzelir durum. alışılır. üstelik her masada sözlük, ingilizce okuma kitapları olacakmış. belirli saatlerde de kurulan projeksiyondan filmler, klipler izletilecekmiş. hayırlısı bakalım. dil eğitimi açısından bir adımdır bu...
1 Aralık 2009 Salı
9 Kasım 2009 Pazartesi
en baş
sonra bazı somutlaşmaya çalışan rüyalar oluveriyor. ama ben siliyorum. en azından tam da şuan birini silmekteyim. hem de en başından... geç olmadan...
olsun baştan yazarı(m)/(z).
31 Ekim 2009 Cumartesi
serçe kaldırımda ıslanınca...
velhasıl güzel olanlar var. mesela o yorgun ayaklarla tek başına ayakta duran amcaya yer vermek güzel. bir bakıma yorgunluk unutturucu. üstelik yer verilen amcanın karşı koltukta oturan süper sevimli amca ile arkadaş olması, muhabbet kurması daha bir güzel. bir de arkandan 'çok yorgun göründüğü halde yer verdi. muhabbet bitmedi...' demeleri en güzeli.
bitmedi. o yağmurun altında küçük kedisini montunun içine sokarak kendi ıslanan insan da güzel. kedinin ıslanmaması da.
not1: bilmem nerde dil çıkartmak ayıpmış. o yüzden toplum içinde dil çıkartmayınız.
not2: metrobüsün kapıları çok çabuk kapanıyormuş dikkat ediniz.
not3: insanlara dik dik bakmayınız.
not4: 8765678 tane test çözmeniz gerekliyse son güne bırakmayın.
not5: edith piaf'dan kurtulabilmek için bir önerisi olan varsa ne mutlu ona.
21 Ekim 2009 Çarşamba
Kimler geldi Kimler geçti...
Evet efendim şöyle bir baktığımızda kimlerin geldiğine 1993 yılında Metallica’yı görüyoruz. ‘Nowhere else to roam, open air 1993 world tour’ kapsamında kendileri ülkemizi ziyaret ettiler. Ne de iyi ettiler. 25 haziran 1993 Cuma günü saat 19.00 da, İnönü Stadyumunu dolduran coşkun müzik dinleyicisi bize aslında rock kültürünün gayet yaygın olduğunu gösterdi. Ahmet San’ı bu organizasyonu yaptığı için selamlıyorum... Bir de belirtmek isterim ki biletler 200.000TL ile 300.000TL arasıymış. Eh iyi para...
Metallica’nın gelmesi büyük bir sevinç yaratmışken ardından alınan bir duyum (biraz taraflı olacak ama) insanı sevinç komasına sokacak cinsten. Dünya’nın görüp görebileceği en güzel seslerden biri; Klaus Meine... Evet, 1993’ün 17 eylül akşamı saat 17.00 sularında Scorpions, ‘Face the heat tour’93’ kapsamında İnönü Stadyumunda... Coca cola sponsorluğu ile. Coca cola’nın türk camiasına en büyük kıyağıdır bu bence. Kapalı tribün 300.000TL den satışa sunulmuş. Ve İnönü’den bir kadife ses geçmiş...
Ardından Guns n’ roses ve Pearl jam gelmişler. Bu işlerde de Ahmet San Bey’in parmağı var. Merak ediyorum da Ahmet San’ın çocuğu olmak nasıl bir duygudur... Süper zengin baba parasını dünyanın en iyi gruplarını Türkiye’ye getirmek için kullanıyor... Velhasıl yıl 98 Apocalyptica teşrif eder. Kemancı mekanına... öyle çok da büyük bir konser olmaz bu...
Veee bu yaz da ülkemizi ziyaret eden ‘baba’ adamlar.. Deep Purple... Harbiye Cemil Topuzlu Açıkhava Tiyatrosu’nda bir efsane gerçeğe döner 98 yılının haziran ayında...
Efsaneler gün geçmez ki çoğalmasın. Rolling Stones (tekrar Ahmet San sağolsun) 19 eylül’de Ali Sami Yen’e çıkar ve tüm stadyumu doldurur.. onu da motörhead izler..
Vee -duygusal yaklaşarak söylüyorum ki- Scorpions konserinden sonra en çok gitmek istediğim konser olan Led Zeppelin & Jimmy Page & Robert Plant konseri... böyle bir üçlü bir araya gelirse ne olur düşünün artık. Vecd mi olursun, deli mi olursun bilinmez.. Efsane devam etsin diyoruz...
Gittikçe açık bir hal alıyor ülke. Bir kaç yıl evvel saçı uzun olduğundan, kulağına küpe taktığından dövülen, bıçaklanan gençlerin vakti şimdi. Müzik vakti. 1 kasım 1998 Slayer gelir. Fazla söze gerek yok. Büyüktür. Serttir...
7 eylül 98 Iron Maiden(bir biz göremedik) ve 13 haziran Pazar 99 tekrar Metallica. Bu sefer Ali Sami yen. Zaten bence Ali Sami Yen, Metallica ve Galatasaray’ın ortak mekanı olmalı. Bir grup bir ortama ancak bu kadar yakışır...
Yandan flütçülere selam. Jethro Tull 13 temmuz 99 da geliverdi. Bence gayet iyi yaptı. Tekrar gelsin hatta. Yandan flüt, tek ayak falan seviyoruz kendilerini...
Atlamadan geçemeyeceğim Fin güzeli Stratovarious, HIM de geliverir bu arada. Sonra da büyük bir efsane daha. King Diamond... King... Fazla söze ne hacet?
Ardından gerçekten büyük bir istekle beklenen, bir çok 80 gencinin hayallerini süsleyen ‘Depeche Mode’. En heyecanlı konserlerden biri olduğunu tahmin ediyorum. Ve 80 gençlerinin kaçırmadığını...
Tekrar büyük bir efsane... Megadeth. Buyrun 80ler buyrun. 2 nesil gitti bu konsere babalar ve oğullar.. 2001’n 3 temmuz günü.
Gitar ustası Malmsteen’da ziyaret etti ülkemizi. Murat Net’ler, Cem Köksal’lar boşuna yok ülkemde değil mi?!
Özel bir konser daha. Nick Cave. Hani bir ‘where the wild roses grow’ okusa kendimden geçerdim heralde.
2005 e atladığımızda Manowar’ı görüyoruz. Yaşımdan ötürü bir türlü gitmek için izin alamadığım ardından televizyondan takip ettiğim, Cem Köksal ve Manowar üyeleri arasında çeşitli tartışmaların olduğu konser... Demons, Dragons and Warriors. Kendileri gerçek birer babadır. Ve yedikule zindanlarında ki bu konser ben afişlerine bakarak evde uyuyakalırken geçip gitti...
2005in ortaları doğumgünü hediyem olur diye beklediğim lakin gene ters çevrildiğim konser. Sepultura. Çok gariptir biletler 20 ytl idi. Kiminin iğrenç bulduğu bu gruba karşı süper bir sempati besliyordum o zamanlar. Absürd böğürmeleri ve kendilerini mağara adamı olarak adlandırmama rağmen sevilesidir...
Ve tekrar bir baba gelir 20 haziran Salı 2006’da... Roger Waters... The dark side of the moon söylemeye gelir bize. ‘Ah bi amused to death söylesen de erisek’ dedirtir ve gider...
2007 yılının en büyük bombası ise şüphesiz ‘Tool’ oldu. Her ne kadar kötü bir ses sistemine sahip olan Kuruçeşme Arena’da gerçekleşmiş olsa da konser bir çok insanın rüyalarını süsledi. Şafak günü sayarcasına günleri, saatleri saydırdı gelene dek. Ve çoğuna en büyük keyif konseri en önden tek başına izlemek oldu...
Son olarak 22 Ağustos 2008 tarihinde, tam 15 yıl sonra bir çocukluk rüyası gerçekleşir. Yıllar boyu her gece görülen rüya gerçeğe dönüşür. Öyle ki berbat bir günde gelen, beklenmeyen bir mesaj ben ve eminim bir çok insanın hayatını değiştirir. Scorpions İstanbul’a geliyordur... ‘Scorpions’u canlı görmeden ölmem!’ diyen ben en büyük sevinci yaşamaktayımdır. Heyecandan günlerce uyunmaz. Her saniye sayılır. Ve gün gelir. Ve saat gelir. Ve tam 3 nesil gelir konser alanına. Ve birden Klaus Meine. Melek yüz, kadife ses. Alman altını. – bu adam ailemin bir ferdi olsa ne olurdu ki?-. Bundan sonrki duyguları açıklamakta kelimeler kifayesiz kalacağı için bu şekilde bitirmek istiyorum.
Allah Scorpions’ı başımızdan eksik etmesin.
Amin.
19 Ekim 2009 Pazartesi
paranoid
bir zahmet olsun çünkü şarkı isimlerinden başlık yapmaktan, notalarından duygu inşaa etmekten sıkılmış durumdayım. hani o diyor ya "duygularım olsa şuan ağlayabilirdim." işte tam da onu yaşıyorum. en azından onu yaşadığımı anlayabilme kapasitesine sahibim değil mi?
şimdi bu yazının sonuna yaklaşırken novembers doom'un mükemmel bir grup olduğunu ve twilight innocence şarkısının aşmış olduğunu yazmak istiyorum. evet bir değişim yok... hi-hat aç kapa falan. ayrıca novembers doom'u paylaştığım bir insan var. evet. tabii. paylaşım falan hoş. sonuçta birlikte dinleyebiliyoruz şarkıları.
entry'nin sonuna doğru sapıtmak.
manyak gibi nota çıkarmak. laan kolay değil davul tabı okumak. gitar falan basit mesela. nota okumak zaten basit. ama tab bilmeyince 8765678 kere şarkıyı dinleyip nota çıkarmak lazım. sonuçta çıkardım birkaç tane. onlar yeterli.
güzelce kolum ağrımakta.
son olarak sen soğuktan tirtir titrediğimi görüp, bağdaş kurmuş vaziyette denize bakarken beni çeken insan, eğer bunu okuyorsan üç kere tıklamanı istiyorum...
ve evet şarkılı başlık koyuyorum.
3 Ekim 2009 Cumartesi
(bkz: kendini kedi zanneden insan)
hani bir zamanlar daha küçüktüm. minicik, ufacık. daha yeni scorpions dinlemeye başlamıştım hani... sahi ilk wind of change dinledim ben. daha okula başlamamıştım o zamanlar. wind of change 1990 da çıktı. tahmin et işte. öyle bir şeyler.. çok küçüktüm, bilgisayarımız vardı işte onun içine girmiş bi şekilde öyle tanışmıştık...
tabii benim anlatacağım şey çok farklı. scorpions ile alakası yok. velhasıl, işte ben öyle böyle küçükken kendimi kedi zannediyordum.( gerçi bazen hâlâ öyle zannediyorum da...) mesela masada oturmazdım. mutlaka masanın altında otururdum. yerde... babam da bana yemek verirdi. kase içinde çorbayı falan kedi gibi içerdim. ne zaman normal insanlar gibi sandalyede oturmaya başladım bilmiyorum ama çok seviyordum ben o durumu. sonraaaaa, hep karanlık yerlerde dururdum ve kolumu yalardım. böyle söyleyince iğrenç geliyor sanki. ama napıyım gerçek bu...
bir keresinde de -hiç unutmuyorum- küçük bir kedinin arkasından koşmuş ve traktörün altına girmiştim. duran traktör tabii. sonra hayvanı kuyruğundan yakalayıp çekmiştim. babannemde arkamdan bağırıyordu "gitti kızım gittiii" diye. yok gitmedim bir yere. iyiyim ben. kedi gitti. kim bilir nasıl acıdı kuyrucuğu bebeğin...
evet ben kendimi kedi sanıyor(d)um...
16 Eylül 2009 Çarşamba
6 Eylül 2009 Pazar
slave to grind
e atıyorum.
o vakit tüm eşref i mahlukat Livin' on a Chain Gang dinlemeye davetli.
her gün skid row gelsin. her gün konserine gidelim.
12 Temmuz 2009 Pazar
it s my life
dans. dans güzel şey. tekila da öyle. bir de brutal vokal güzel. ama sesin gitmesi kötü. yazmamak kötü. daha kötüsü ise yazamamak. boş. kelimesiz insanlarla kelime kaybetmek var. sesli insanlarla ses kazanmak. jon bon jovi. ziller de güzel aslında. çat çat. tabii favorim tef. her zaman öyle. yaşasın rock n roll ve tef. bol fotoğraf. el öpüşü, göz kaçamağı.
6 Haziran 2009 Cumartesi
suicide by star.
yağmur yağdığı vakit, kimse sahilde yokken yahut gece saat 2.00 den sonra bomboş sahilde denize girmeye gidiyorum.
tef çalmaya, dans etmeye, kitap okumaya, kayalarda votka şişesi kırmaya gidiyorum.
arada bir denizin derinliklerine açılmaya, diplere baktığım zaman babamın küçükken beni korkuttuğu 'fenerli korsan ruhu' nu görmeye fakat bu sefer korkmamaya gidiyorum.
yıllardır bildiğim 'can'ları tekrar bilmeye, terasta arap tütünü yapmaya gidiyorum. o arap tütününün ardından da türk kahvesi yapmaya gidiyorum. ama fal baktırmamaya.
mis müzikler dinlemeye gidiyorum. yeni notalar öğrenmeye ve sünnet düğünlerinde davul çalmaya...
radyoda süper salak şarkılar çalmaya gidiyorum. olsun yine de bir başlangıçtır...
ben, şimdi 5 aylık uzaklığımı 3 ay daha uzatmaya gidiyorum. ardından -belki- sonsuzlaştırmaya.
gece yattığım yatağımdan yıldızları görebildiğim için kahvemi tekrar yudumluyorum.
kargaşayı özlemeye, yumuşak 'vana'mı sevmeye, deniz kabuğu toplamaya gidiyorum.
döndüğümde her şeyi ama her şeyi silmek için gidiyorum. dönebilmek için, bu sefer ağlamayı başarabilmek için. silmek için, tekrar tekrar ve tekrar.
denizde boğulmak için, akşamları süslenmek için, karanlık korkusu kazanmak için,kalp kırmak için, yeni nota keşfedebilmek için..
ne bırakıyorum peki?
kime ne bırakıyorum?
şimdiye dek benden daha çok nefes almış, daha çok koku duymuş ve o kokuları anlatabilmek için çabalayan, tek olana, secret missille'ım, fear of the dark'ım, darkness darkness'ım, lady'im, bird'üm, bağlaç dedektör'üm için;
Aeon Spoke – The Fisher Tale
golden hair, ıhlamur kokulu honeyfish'im için;
the cinematic orchestra – breathe
bir de akrep olduğu için, çocuk sevdiği için
scorpions - white dove
evet tüm bırakabildiğim bu kadar.
gidiyorum.
son.
31 Mayıs 2009 Pazar
bal arısı
beni sabah görmeye gelmiyecek misin?
ya da gece yarısı?
ışığa dönüştüğünü görmek istiyorum.
geceleri tüm ışıkları açıyorum
umutsuz, yardımsız duygular...
nerde yatıyorsun?
nerede yatırılıyorsun?
döneceğim.
bekle,
benimle kal bu sabah
bal arısı...
30 Mayıs 2009 Cumartesi
çoğu müzisyen çöptür.
nasıl ki şiir, birçok insanın gözünde kadın programlarında arkasında iki keman gıygıyıyla, şişman bir kadın tarafından okunan ağlak şeylere dönüştüyse, müziğinde bu yolda eridiğini gören insanların yakarışıdır bu.
müziğin ruhuna bok katan bir de kendini sanatçı(?) diye tanıtan ve yaptıklarının şarkı olduğunu söyleyen, günübirlik müziklerin çöp müzisyenlerin artık çöpe atılmasını isteyenlerin beyin tırmığıdır çoğu müzisyenin çöp olduğu gerçeği.
haykırışım bir manken bir müzisyen olanlara değil. ya da magazin programlarından inmeyen yeniyetme şarkıcılara da değil. haykırışım koca bir şair dâhi 'zifiri karanlıkta gelse, şiirin hasını ayak sesinden tanırım. ne zaman bir köy türküsü duysam. şairliğimden utanırım.' diyebilirken hâlâ ortalıkta sanatçıyım diye geçinen ve onların müziklerini dinleyen körelmiş ruhlaradır.
evet. bağırıyorum. çoğu müzisyen çöptür.
velhasıl,
yerleri çöplüktür...
26 Mayıs 2009 Salı
tedies.
'dARkneSs dARkneSs bE my piLlow' diye ağlar dururmuş hep.
11 Mayıs 2009 Pazartesi
10 Mayıs 2009 Pazar
lamı cimi yok.!
18 Nisan 2009 Cumartesi
14 Nisan 2009 Salı
sonunda zincirlenen bir melodi
ah evet ben de gönüllüydüm... denizci olmayı düşünüyordum hatta... bunu düşünürken 'unchained melody' dinliyordum... plak sayıp gramofon bozuyordum... yetmiyor chat noir ' i seviyordum.. okşuyordum, öpüyordum , ısırıyordum... sonra küçük çockuların oyuncak bebeklerine doktorluk yapıyordum... adımı ise 'rockwell' koyuyordum... devasa boyutlardaki gemi ise son durağım oluyordu... oldukça karanlık ama bir o kadar şatafatlı idi... sonra melodimi zincirliyorlardı.. böyle bitiyordu...uhh huuu... heyhat!! nasıl da üzen bir hikaye bu..
lonely rivers flow to the sea
to the open arms of the sea
lonely rivers sigh 'wait for me'
10 Nisan 2009 Cuma
The Shootings of May
mayıs..
mayıs olduğunu keşefettiğim zaman. savaş konusu falan işlediğim yok. . . nasılsa parlak olan kayacaktır yine. sadece birkaç sorun var.. neden mayıs?? hemde her mayıs. yada ne bileyim onun gibi bir şey..tamam açtım kollarımı, canım da acıyor, şikayetçi de değilim. ama yine de güzel olan bir şeylerin var olduğunu bilmek canımı sıkıyor... ah goya'nın hayaleti olmak... ah goya ile kör olmak ,sağır olmak, renk bulmak... uçmayı öğrenmek goya ile.. mayısları kurşunlamak, kağıtları yırtmak, sorumsuzluğu en ince damarına kadar üstlenmek... mayıs bitince belki... iyi de mayıs geldimi ki?
9 Nisan 2009 Perşembe
paul klee anısına....
2 Nisan 2009 Perşembe
epigonion eşliğinde yazmayı dinlemek
kedinin 'miyav' ı vardı içinde muvakkitlerin bulunduğu küçük bir haneden içeri atlamak isterken. durdurdu onu cigergûşe yüzüden bir fettan.dedi sonra 'drum drum' koca kedi. bilmezdi hiç duymağı.
30 Mart 2009 Pazartesi
a celebration for the death of man
bunun dışında , damla sakızlı türk kahvesi oldukça güzel bir şey. ama köpüğünü iyi ayarlamak lazım. ferit edgü ise mükemmel bir adam. susam çemkirgen bir kedi. mitsi ise çekingen olmuş sanki. günlük olsa gerek.
bir kötü fikrim daha var... robotlar tarafından yönetilmeyi düşünmek iğrenç bir duygu. evet , belki gerçek bir dünya değil bu ama tamamen sanal olmamalı çünkü mezarlığın karşısında bir evde oturma fikri ürpertir insanı... mezarlığın içinde oturma fikri ise gülümsetir. öyle mi??
13 Mart 2009 Cuma
şafak vakti...
10 Mart 2009 Salı
şartel attı...
9 Mart 2009 Pazartesi
5 Mart 2009 Perşembe
pardon ama...
evet evet vahşiliği sayesinde.
o ki tarlama zarar veren mini fareyi öldürdüğü için dostum olmuştur.
4 Mart 2009 Çarşamba
topuk
6 Şubat 2009 Cuma
when shadows grow longer
31 Ocak 2009 Cumartesi
... and the great cold death of the earth
Artık o’nun hayatında öteki; yani küçük vaşağı yoktu. Hiçbir zaman da olmayacaktı....
29 Ocak 2009 Perşembe
doktor civanım
'''' parentezindeki yazılar notlarımdan direkt olarak geçirdim. üzerinde hiç oynamadan. olayı yaşadığım anda yazıklarım. not aldıklarım.
şey bey : beyaz saçlı , mavi gözlü tahminen 60 -65 yaşlarında bir amca. ama hani şu tam istanbul beyefendisi dediğimiz tiplerden. bir pantolon vardı altında.... ah o nasıl bir ütüdür. tiril tiril. mis gibi de bir kazak. bir de ceket tabii. kendisine en son eko çektiklerini duydum... bidaha karşılaşırmıyız bilmiyorum. umuyorum....
dergi: adı , yayın tarihi hakkında bir fikrim yok. gözlerimi kaçırdığımda oyalandığım şey...
27 Ocak 2009 Salı
24 Ocak 2009 Cumartesi
bir.
17 Ocak 2009 Cumartesi
dance with the pretty moon
16 Ocak 2009 Cuma
son zamanlar...
-ayna sana bakıyor
-hey kim konuştu? kim var orda?
-sen.
-ben? sen kimsin?
- sen
-göz kırpan?
-ben.
-ben.
-evet ben.
mini alchemist. . . .)
bıkmış , sıkılmış ,usanmış, film senaryosu yazıyor , beatles' da oturuyor , puro içiyor , belki yağmur yağıyor , anlamlı bakıyor , bazen çekilmiyor. ama yinede seviliyor. çünkü seviyor. çünkü o da kendini arıyor. Bart --
ağlamaktan gözleri şişmiş , memesini emdiği halde bir türlü susturulamayan bebekleri susturmak için kesin yöntem.
sabah olunca sarılmak gibi. sevip, mırıldanmak gibi bişey...
evet evet çikolası benim geri kalanı onun. paylaşımcı ruh.)
14 Ocak 2009 Çarşamba
flower.
(*)Samuel Taylor Coleridge
13 Ocak 2009 Salı
ev kedişi olmak,şımarık olmak,dünya tatlısı olmak , kardeş olmak
çok gıcık olmak, çok mama yemek , tuvalete girip dışına çiş yapmak.
karanlıkta kırmızı lens takmak , elektrik süpürgesinden korkmak,
ablanın kolye, bilekliğine salyalı bir şekilde saldırmak, takla atamamak,
zeytin,çekirdek yemek,kargalarla kavga etmek,kedilerden korkmak
kitaplara diş izi ile ex-libris yapmak( son derece iyi başarmak )
asalet,asalet,asalet, üç renk. Mitsi olmak.
sevmek , sevdirmek...
ve tanrıça elini uzattı. ve Bastet patilerini sevgiye açtı.
...
12 Ocak 2009 Pazartesi
şey
-hayır.
-ama neden? yalvarıyorum size. ne suç işledim hem ben? lütfen.
-hayır.
-söz ilk rüyama sizi de alıcam. lütfen ihtiyacım var.
-bana mı?
-rüyaların yapıldığı maddeye.
-benim o.
-sana ihtiyacım var...
10 Ocak 2009 Cumartesi
in another life when we are cats
bu kadar etkilenmeye ne gerek vardı şimdi? yoktu dimi. evet tabiiki yoktu.. olmamalıydı..
*Oh my god.
-Get in the car.
*No!
-Lauren, don’t walk- Hey! I really did try to kill myself! Just before I faked it.
*Wow. Shawn it’s over.
-No it’s not!
*Yes it is. I’m in love with somebody else.
-Who?
*My old boyfriend Victor, and that’s none of your fuckin’ business, actually!
- What? Fuckin’ Victor?
*Yes.
- What the fuck are you write me letters?
*Wow. Deal with it Shawn. It’s over.
-Lauren, I wanna know you.
*What does that mean? Know me. Know me. Nobody knows anyone else, ever!
7 Ocak 2009 Çarşamba
kıvılcımlar.
dün akşam kadıköyden eve dönmek için dolmuşa bindiğimde yine o garip heyecan bastırdı. o garip heyecan; köprüaltından geçerken gördüğüm ateş kuşkusuz. orda bi insan var. o insan orada yaşıyor. tahminimce yaşlı uzun,ak-gri saçlı bir amca. ama bu sadece tahminim çünkü onu hiç görmedim. sadece köprünün altından geçtiğim 10 saniyelik sürede bir silüet ve ısınmak için yakılmış ateşi görüyorum ve bu nedense beni çok heycanlandırıyor. onu düşünmek... yaşantısını düşünmek... neden orda olduğunu düşünmek... işinde iflas mı etti? sadece bohem bir yaşam mı sürmek istiyor? bir bilge mi? karısı tarafından terkedilmiş sefil biri mi? yoksa tanrı mı?.. cevabını öğrenemiyecek olsamda merak ediyorum. ve evet dün, dün yine o heyecanla camdan bakarken ışığı göremedim... her akşam ısınmak için yaktığı ateşi ışığı yoktu. acaba neden? umarım kötü bişeyi yoktur. çünkü ona ve onu düşünmeye öylesine alıştım ki... sanki hayatımın bir parçası. yine sırf sana bakmak için gelicem. 10 saniyelik zamanda seni görücem.. ve umarım yanan ateşini... iyi ol sen emi. söz sana bakmaya gelicem. benim ruhumu hissettiğini biliyorum. ne kadar değerli olduğunu biliyorum... dikkat et kendine...